ölüm tanrısı tarafından sürüldüğüm bu çöl....
bitmeyen gün batımları ve doğumları..
karanlık.aydınlık.karanlık.aydınlık.karanlık..
insanlık,en büyük paradoksu,yaşamın devamını gözden kaçırmış.
günbatımında karşıma çıkan çıplak dişi,uyuttuğum cinsel duygularımı uyandırmak için çaba bile harcamadı.onu bu yüzden sevmiştim.
aslında onu hiç sevmedim.
o hiçbir zaman var olmadı...

13 Mart 2010 Cumartesi

antik yola ağıtımsı

bir daha geri dönmesem
vahsi dogada kalsam,
geçmise yolculuk yapsam,
likya yolunda bi yolcu olsam,
uygarliktan uzak, vahsetten,
insanlardan uzak, yanlizliga yakin
siirler ve bilinçsiz yanlizliklar
bir mantar bulsam, yesem,
belki ölürdüm,rengarenk bir dünyada
insanlardan uzakta ama
mutlu ve mutlu

AYAKKABI BOYACISI MAHMUT NASIL ÖLDÜ?

Uykusuz bir gecenin ardından sifonu çekilmiş tuvalette kaybolan tuvalet kağıdı gibi gözden kayboluyordu ay. Güneşin ilk ışıkları, denizin üzerinde huzurla parlarken döndü köşeyi ayakkabı boyacısı küçük Mahmut. Canı çok sıkılıyordu Mahmut'un. 10 yaşındaydı ve bıkmıştı hayattan. İstemiyordu artık erken kalkmayı sabahları. istemiyordu insanların ayakkabılarını boyamayı. Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni şarkısını söylüyordu bağıra bağıra ve bölüyordu şarkısını arada "boyiyim mi ağbi" sorularıyla. Yazın yakıcı güneşinin kendini göstermesine 5 saat vardı daha Fethiye'nin Çalış sahilinde yürüyen insanlara. Küçük Mahmut yanına gitti köşe başında muhabbet eden biri genç biri yaşlı insanın yanına ve sordu daha önce binlerce kez sorduğu soruyu onlara."Boyiyim mi ağbi?". Duymamıştı ikisi de soruyu kendi aralarında derin bir tartışmanın içindeydiler. "Dayı ben daha Atatürk'ün kim olduğunu bilmiyorum sen bana Marx'dan Engels'den bahsediyorsun. Bahsetsene bana kaos dan, karmaşadan, yıkımdan". Yaşlı dayı kalakaldı öyle dikildiği yerde ve gözleri kaydı küçük Mahmut'a. Tekrar sordu Mahmut, "boyiyim mi ağbi?". Yaşlı dayı elinde tuttuğu poşetten bol susamlı bir simit çıkardı ve "vay benim genç emekçim, sabahın bu saatinde sırtlamışsın sırtındakini fakat karnın aç gönlün yorgun, fakat yeneceğiz bu sistemi birlikte yeneceğiz" dedikten sonra verdi simiti Mahmut'a. Mahmut istekli fakat tereddütlü bir bakıştan sonra aldı simidi ve başladı yemeye. Ayrıldı Mahmut yanlarından, bıraktı onları şiddetli tartışmaları ile başbaşa.
Yürüdü mahmut, devam etti hergün yaptığı aynı yolculuğuna. Yanından geçtiği her bir restonanın içindeki bıkkın komiler, boş sandalyelere minderleri atıp yerleri süpürerek hazırlık yapıyorlardı, gelecek turistlere hizmet adına. ilerledi ilerledi, simidini yiyerek. Yolun ortasına biri yatmıştı. Dün gece çok içmişti, yolun ortasında sızmıştı sanki, öyle bir hali vardı, Mahmut öyle sanmıştı, yanından geçti gitti. Arkasından bağırdı ayyaş, "sen de mi boyacı çocuk, sen de mi?" Mahmut arkasını döndü, "boyiyim mi ağbi?" diye sordu adama bağırarak. Adamda geri bağırdı küçük Mahmut'a "siktir git lan küçük piç". Mahmut tepkisiz döndü geri ve devam etti yürümeye.
Küçük Mahmut, ileriden gelen turist kafilesine baktı. Önlerinde bir rehber, Polonyalı turist kafilesine anlamsız şeyler söylüyordu. Mahmut, anlamsız buluyordu. Rehberin yanına gitti, "boyiyim mi ağbi?" Rehber, "yok istemez. hem boya boya nereye kadar, bıkmaz mısınız lan siz hiç? Sabahın ilk saatinde başla boyamaya, akşama kadar mlletin ayakkabısını boya, çekilmez lan böyle hayat. Bas git gözüm görmesin senin gibileri bi de duygu sömürüsü yapıyo." Mahmut bunun üzerine ölen babasının vefatı sırasında ona verdiği içinde tek mermi olan silahı çıkarttı ve rehbere doğrulttu."Söyle az önce söylediklerinde ciddi miydin!" Rehber şaşırmış ve korkmuştu."Ben, ben özür dilerim öyle demek istememiştim." Mahmut "Öyleyse neden böyle dedin!" Rehber. "Çünkü bizi böyle yaptılar, emekçiyi ezmemizi emrettiler, emeklerini sömürmeyi, insanları insanlıktan çıkarmayı öğrettiler". Mahmut, silahını indirdi ve polonyalıların şaşkın bakışları ile yürümeye devam etti.
  Mahmut'un geride bıraktığı turist kafilesinin içindeki polonyalı bir kadın, "nasıl bir ülkedeyiz biz, küçücük bir çocuk neden yokken rehberimize silah doğrulttu, küçücük çocuk da silah ne arıyordu acaba, bir an önce güzel ülkeme dönmek istiyorum, orda en azından bu tarz olaylar olmuyor, hayatımız bir nebze olsun güvende" diye düşündü.
Mahmut, çok yürümüştü. Acıkmıştı. Geri dönüp kendisine simit veren yaşlı adamdan biraz daha simit alabileceğini düşündü. Geri dönüş yolunda, polonyalı turist kafilesinin yerde yatan ayyaşın etrafını sarmış olduğunu gördü küçük Mahmut. Ayyaş artık yatmıyordu, ayaktaydı, insanlara bağırıyor, anlamsız sözler söylüyordu. "Siz yoksunuz lan hiçbiriniz, yalansınız gerçek değilsiniz, bu insanlar, bu restorantlar, bu kumsal, bu deniz, hepiniz sahtesiniz lan, sürüsünüz hepiniz, emredileni yapıyosunuz, hiçbirinizin ismi yok, şişme bebeklersiniz lan". Gitti Mahmut ayyaşın yanına, bu sinirli adamı sinirden kurtarmak istedi belki, belki de daha fazla sinirlendirmek, çıkardı silahı yeniden ortaya, bu sefer doğrultmadan kimseye, sadece verdi ayyaşın eline ve ne yapacağını beklemeden kaçtı oradan ve hızla uzaklaştı. Arkadan bir silah sesi ve insanların çığlıkları. Kimin öldüğünü bilmiyordu ve umursamadı, çığlıklar arttı, insanlar kalabalıklaştı, bağırışlar havada asılı birer fısıltı olana kadar koştu sahil boyunca.
Artık çok yorulduğunda, ne kadar koştuğunu unutarak bir anda kumsalın üzerinde, denizin çok yakınına kurulmuş sarı bir çadır gördü Mahmut. Yaklaştı çadıra, fermuarı açıktı çadırın ve denize bakıyordu, içeride bir kadın ve iki erkek sevişiyordu. Yaklaştı çadıra uzattı kafasını içeri ve sordu "boyiyim mi ağbi?". Ara verdi işlerine rasta saçlı hippiler, aldılar küçük Mahmut'u içeri. Kadın konuştu " gel bakalım küçük dostum, ama bırak bu işi arın bizimle beraber, önce al bu kağıdı, yapıştır boynuna, sonra bekle, tanrıça Alice, dönene kadar harikalar diyarından, gelecek ve seni de götürecek harikalar diyarına". Ayakkabı boyacısı Mahmut, aldı bir pul kadar büyük kağıdı ve yapıştırdı boynuna. Sonra çıktı çadırın dışına ve bekledi bahsedilen tanrıçanın geliş anını.
Ben diyeyim yazıyla 10, siz diyin rakamla on beş dakika sonra, küçük Mahmut gördü denizdeki küçük kıpırdanmayı. Küçük kıpırdanma yavaş yavaş büyüdü, büyüdü ve artık küçüklüğünü yitirdi. Denizin içinden dev bir deniz atı çıktı, Mahmut, görüyordu bunu, deniz atının kafasının üzerinde turuncu saçlı bir kadın, tanrıça Alice, seslendi tanrıça, küçük Mahmut'a, gizemli ses tonuyla, " Mahmuuuut, benimle gel, harikalar diyarına, orada boyayamayacağın kadar çok ayakkabı var, içleri para dolu, istediğin kadar boya ve istediğin kadar kazan. Orada kaos var, sistemler yok orada, parçalanmış tüm otoriteler ve sınıflar, kalmamış hiyerarşi, yıkılmış hapishaneler, mahkemeler, tiranlık yok ve dejenere olmuş sözler, kişiler ve birbirine yabancı insanlar." Küçük Mahmut, anlamadı sözlerini tanrıçanın, ama güzeldi tanrıça ve annesine benzemiyordu. Yaklaştı yavaş yavaş tanrıçaya, suya bir adım, iki adım ve daha fazla adımlarla gömüldü ama yaklaşmaya çalışıyordu dev denizatına. En sonunda çıktı o da denizatının tepesine ve sarıldı Tanrıça Alice'e. Denizatı suyun içine gömüldü yavaş yavaş, derinlere daldı ve kayboldu kafasının üzerindeki tanrıça Alice ve ayakkabı boyacısı Mahmut ile beraber.
Küçük Mahmut, suyun içinde boğularak öldü. Fakat güzel bir halüsinasyonun içinde, mutlu ve arınmış bir halde.

31 Ocak 2010 Pazar

trainspotting

Choose life. 

Choose a job. 
Choose a career. 
Choose a family. 
Choose a fucking big television, Choose washing machines, cars, compact disc players, and electrical tin openers. 
Choose good health, low cholesterol and dental insurance. 
Choose fixed- interest mortgage repayments. 
Choose a starter home. 
Choose your friends. 
Choose leisure wear and matching luggage. 
Choose a three piece suite on hire purchase in a range of fucking fabrics.
 Choose DIY and wondering who you are on a Sunday morning. 
Choose sitting on that couch watching mind-numbing sprit- crushing game shows, stuffing fucking junk food into your mouth. 
Choose rotting away at the end of it all, pishing you last in a miserable home, nothing more than an embarrassment to the selfish, fucked-up brats you have spawned to replace yourself. 
Choose your future. 
Choose life...
But why would I want to do a thing like that?

19 Aralık 2009 Cumartesi

çiçeklerin kadını

bekle..bekle

dur..öl ya da diril..
beynimin anahtarlarını kaybettim...
içeri giremiyorum
o buldu..
kendini içeri kitledi..
dışarı çıkaramıyorum
biliyorum
son yakınlarda bir yerde
beni bekliyor ve seni istiyor
biliyorsun
beni çoktan kaybettim..
sen azdan kazandın..
çiçeklerin kadını...

24 Kasım 2009 Salı

boşlukta ağlamak

güneşi bekliyorum
güneş
dışarı çık
karanlıkla örtülmüş bedenlerimize ışılda
yürüdüğümüz boşlukları ısıt
bekliyorum
ki gelip anlat bana gerçeği
güneşi beklerken
karanlıkta çürümüşüm
farkım kalmamış ki benim
buzdolabında oluşmuş yeni yaşam formlarından
battaniyemin altında sıkıştım
sigarayı yakmaya çalışırken kendimi yaktım
vücudumda binlerce sigara yanığı
o zaman doluşalım aptallar gemisine
ağlayalım yeni doğmuş çocuklar gibi
uzaklaşalım gökyüzüne
yediğimiz mantarlar jilet olsun
midemizi parçalasın
rengarenk bir dünyada ölelim

19 Kasım 2009 Perşembe

rastgele

yalanların
ya da gerçeği yok eden mırıldanmaların
cüceler şehrinin gökdelenleri
anlamsız  sözleri
kırılgan, plastik ruhun güzelliği
kendi kendine açılıp kapanan kapıların
arkasında kalan küçük bir şizofreni
kaç kere vurduğumu hatırlamıyorum
çıkmak isterken yukarı
altında üstünde
aslında beynimin içinde
sen ve non rem zamanı gördüğüm tanrıça
rüzgarın uğultusunda kaybolan santur tınıları
ve bir yaz gecesi karşıma çıkan buzdan kadın
dokunduğumda kırıldın
dokunamayacak kadar yanlızdın
işgal sonrası yıkılan heykellerin altında kaldım
ve öldüm.

17 Kasım 2009 Salı

karanlık edebiyat

izleniyorum.izliyorlar.
gölgeler..yok olup yeniden var olan hayaletler
uzaktasın..halüsinasyonlar...
takip ediliyorum
kumsalda yakılmış bir ateşin etrafında dans eden karıncalar.
öksürme krizleri..
senin kabusların benim rüyalarım..
benim kabuslarım ölü bir pedofilinin ağıtları
parmaklarım vücudunun gizli yerlerinde dolaşırken
inlemelerin ve ağlamaklı çığlıkların
birileri olmaktansa
hiç kimse olmak daha mı iyi?